BABİL KULESİ MAKALELER

HİNDİSTAN YOLCULUĞUNDA DELHİ DURAĞI

Antik uygarlıkların en eskilerinden biri olan Hindistan'a büyük bir merakla yola çıkıyoruz. Neyle karşılaşacağımız konusu da merak konusu. Okunan ve bilinen çok şey olmakla birlikte pratik belirsizlikler sürekli mevcut. Önce Delhi'ye varıyoruz. Bizi Şiva'nın kozmik dansının el hareketlerinin bulunduğu hava alanı karşılıyor. Çok modern ve estetik bir bina. Gördüğümüz bu ilk görüntü estetik, renkler ve sanat ile ünlü ülkede neler göreceğimiz merakını büyütüyor. Daha sonra dışarıya çıkıyoruz ve sisili havadan otobüsümüze gidiyoruz. Oradan da The Muse Otel'e gidiyoruz. Bizi muhteşem bir karşılama ile kapıda bekliyorlar. Geleneksel bir karşılama töreni ile alnımızın tam ortasına kırmızı renkli bir boya ve üzerine pirinç sürdükten sonra, başımızın etrafında kötü ruhları arındırmak için ateşi gezdiriyorlar ve sonrasında da canlı çiçeklerden yapılmış süslü bir kolyeyi boynumuza tek tek takıyorlar. Herkes güler yüzlü ve özenli. Bol baharatlı bir kahvaltıdan sonra, yollara düşüyoruz. Lotus çiçeği şeklinde muhteşem Bahai dini tapınağını görüyoruz.

Daha sonra sürpriz bir şekilde bastıran yağmur ve trafiğin sıkışması nedeniyle otobüsten iniyoruz ve Eski Delhi adını verdiğimiz bir bölgeden geçiyoruz. Adını fazlasıyla hak etmesine neden olan pek çok eski ve bakımsız bina mevcut. Yollar eski. Çukurlar eski. Dükkânlar eski. Bedenler yeni ama yaşayış eski. Çöp kutularının olmayışı da sanki durumu eski gibi gösteriyor. Daha sonra da Jama Masjid isimli Mimar Sinan'ın iki öğrencisi tarafından yapılmış olan ilk camide gezimiz başlıyor. Muhteşem ve

değişik bir girişi olan caminin kırmızı ve beyaz mermerden yapıldığını öğrenip, simetri ve estetik büyüsüne kapılıyoruz. Kubbeleri kendine özgü tarzda yapılmış kubbeler. Coğrafyanın kendine özgü sembolleri de bu camide motifler olarak bol bir miktarda yer alıyor. Sütunlarda bol miktarda lotus çiçeklerine rastlıyoruz. Cami avlusunun tam ortasında bir havuz var ve herkes bu havuzda abdest alıyor. Durgun bir su olmasına rağmen buradaki geleneğin böyle olduğunu izliyoruz.

Caminin kemerlerinin altında hala karton kutular üzerinde yaşayan insanların olduğunu görüyoruz. Camiden çıkarken de ayaküstü bir şeyler satmaya çalışan satıcı halosu ile otobüse kadar yol alıyoruz. Daha sonra Red Fort isimli kale duvarlarını görmek çok etkileyici oluyor. Kale bahçesinde duruyoruz ve kaleyi seyre dalıyoruz. Delhi ilginç bir yer. Hem çok yeşil, hem çok etkileyici. Etrafımızdaki ağaçlarda sincapların oluşu da bizi yaşadığımız tüm şaşkınlıklar arasında bir kez daha şaşırtıyor.

Yola devam ediyoruz ve Gnadhi'nin mezarını ziyaret etmeye gidiyoruz. Muhteşem bir yeşilliğin içinden geçiyoruz. Muhteşem çiçekler ve ağaçların arasında muhteşem bir mezar beklentisi ile beş dk yürüyoruz. Karşımıza iki yol çıkıyor. Mezara giden yolda gidenler ayakkabılarını saygı nedeniyle çıkarıp gidiyor. Sadece üst taraftan mezarı görmek isteyenler ise sadece ayakkabıları ile devamedebiliyor. K a r ş ı m ı z a karşılaşacağımız şeyin ön bilgisi olarak Gandhi'nin bir sözü çıkıyor: My life is my message. (hayatım mesajımdır.) ve karşımıza çıkan mesaj çok sade bir mezar. Orada Gandhi'nin küllerinin üçte birinin yer aldığını öğreniyoruz. Kareye benzer şekilde olan sade renkli ve sade şekilli duvarların tam ortasında, küllerin yanı başında da sürekli yanık bulundurulan ateşi görüyoruz- bilgelik ateşini-. Birkaç dakika seyre dalıyoruz ve bu büyük devlet adamını, bu hümanist ve filozofu kalbimize kazımaya çalışıyoruz. Aynı ağaçlar ve muhteşem doğa arasından geçerek de yolumuza devam ediyoruz. Muhteşem bir arkeoloji müzesine sahip olan Delhi'nin müzesini geziyoruz. Müzede yok yok. Hint dillerini evrimine kadar birçok değerli parça bu müzede sergileniyor. En önemlisi de girşte bizi karşılayan ve hala kendisi de anlamı gibi dimdik ayakta duran tören arabası karşılıyor. Lakshmi tapınağı ismi verilen Hindu tapınağı ise yolumuzdaki en ilginç duraklardan bir tanesi. Vishnu'nu dişil görünümü olduğunu öğrendiğimiz Lakshmi'ye saygı gereği kameralarımız ve ayakkabılarımızı dışarıda bırakarak Hindu törenine katılıyoruz. Hindu töreninde müzik ve bu müzik eşliğinde okunan ilahilerden sonra yapılan sunuları izliyoruz ve binanın diğer kısmlarını gezmek üzere uzaklaşıyoruz. Çok şeyler gördük bu tapınakta ama etkileyici kısmını söylersek eğer, en etkileyici kısım tapınağın arka tarafında bulunan aynalı oda oluyor. İçine giriyoruz. Odanın her tarafında aynalar var, tavanında bile. Ve nereye baksak kendimizi görüyoruz. Tanrı'nın her yerde olduğunu hatırlamamız için yapılan bir oda diye açıklıyor rehber. Ancak Bagavad Gita'nın bir çok motifini resim ve heykel olarak bulunduğu bu tapınakta, aslında bu oda her şeyin nedeninin kişinin kendisinin olduğunun ve aynı zamanda özünün de kendisi olduğunun vurgulandığı fikrine kapılmadan edemiyoruz. Tapınağın arkasında insanın kendisiyle girdiği mücadeleyi sembolize eden Krishna'nın savaş arabası ve kahraman savaşçı Arjuna'nın dev heykelleri ile karşılaşyoruz. En son da tapınağın açık bir alanında her tarafta bulunan fil başlı insan figürünün Ganeşa olduğunu açıklıyor rehber ve bilgeliğin sembolünün olması nedeniyle, file sembolik değerinin de buradan geldiğini anlatıyor.  Yolumuzun üstünde India kapısı denilen kapı var. Tam karşısına yapılan İngiliz kralının heykelinin ortadan kaldırıldığını ö ğ r e n i y o r u z . Fotoğrafımızı çektirip uzaklaşmayı beklerken etrafımızı şip şak kınacılar sarıyor; kızların elleri çiçekli motiflerle dolduktan sonra uzun bir günün yorgunluğunu atmak üzere otele gidiyoruz. Ertesi gün heyecanlı bir gün. Uyandığımızda f o t o ğ r a f l a r d a n görmeye alışık olduğumuz, güzelliği efsaneleşmiş Agra şehrinde bulunan Taç Mahal'e yola çıkıyoruz. 200 km civarında olan mesafeyi 5 saatte katetmek gerçekten ilginç oluyor bizim için. Delhi içinde ve dışında yaşanan trafik bizi şaşkına uğratıyor. Milim milim ilerlenen yolda düzensizliğin içindeki düzen net bir şekilde fark ediliyor. Milim ilerleyerek Krishna'nın doğduğu yer olan Krishna tapınağına geliyoruz.

Yine saygı gereği ve alışmaya başladığımız şekilde ayakkabılarımızı çıkarıyoruz ve doğduğu yeri görüyoruz. Oradan çıkıyoruz ve tapınak kısmına geçiyoruz. Orada yapılan tören neşeli bir müzik eşliğinde yapılıyor. Herkes farklı bir şekilde ibadet ediyor. Belli bir şekil yok. Kimisi yüz üstü yere kapanmış dua ediyor, kimi dans ediyor, kimi coşkuyla alkışlıyor vs. coşkulanıp oradan da hızla çıkıyoruz. Agra'ya daha yolumuz var ve trafiğe henüz alışamadık. Taç Mahal'e vardığımızda ilk öğrendiğimiz şey buranın UNESCO tarafından korumaya alındığı oluyor. Bu nedenle de sıkı bir aramadan geçiyoruz. Suyumuzu bile biletimizle birlikte veriyorlar. Yanımızda şeker ve sakız bile bulundurmama konusunda sert bir şekilde uyarılıyoruz. Taç Mahal'e elektrikli arabalar ile ulaşıyoruz. Ancak Taç Mahal'in ön bahçesine girdiğimizden itibaren söylenenlerin nedenini anlamak daha mümkün oluyor bizim için. Muhteşem bir estetik ve mimari. Kusursuz bir simetri. Dünyanın dört bir yanından gelen 20 000 işçinin çalıştığı bir baş yapıt. İsfahan tarafından yapıldığını, Şah Cihan'ın karısı Banu Begüm için yaptırdığı ve ona olan aşkını ölümsüzleştirmek için yaptığı ve daha sonra her ikisinin de bedenlerinin getirildiği muhteşem bir saray. 4 bölmeden oluşan ve daha sonra 16 bölgeye bölündüğü ve cennetin bahçelerini bu nedenle ilham alan bir saray. Suyun ve sarayın muhteşem simetrisinin öndeki havuzda, arkadaki muhteşem nehirde yansımalarını görmek etkileyiciliğini arttırıyor. Her yerde muhteşem lale motifleri, muhteşem kubbeler ve kanalizasyon deliklerinde bile muhteşem bir simetri, estetik görüyoruz. Kemerler Jama Masjid'dekilere çok benziyor. Taç Mahal'de bütün yorgunluğumuzu unutuyoruz ancak maalesef bu yolun bir de devamı var ve ertesi gün Varanasi'ye gitmek üzere Delhi'ye geri dönüyoruz.

Semra ŞEN