BABİL KULESİ MAKALELER

UZUN BİR ARADAN SONRA YENİDEN

Yapılan tüm eleştiriler, Nobel Edebiyat Ödülü tartışmaları ve politik yaklaşımlar bir yana; Sezar'ın hakkı Sezar'a diyerek hakkını teslim etmek gerekir ki, Orhan Pamuk Türk dilini en güzel, en akıcı ve en zenginleştirici şekilde kullanan, dile tümüyle hâkim romacılarımızdan bir tanesidir. Romanlarındaki kurgu, mekân tasvirleri ve karakter tahlilleri anlatılan hikâyenin tümüyle gerçek olduğu izlenimini uyandırır okurda. Masalsı bir gerçekçiliğe sahiptir Orhan Pamuk. 

Cevdet Bey ve Oğulları'nda, bir ailenin üç kuşak yaşam öyküsünü anlatırken okuru da bir zaman yolculuğuna çıkarır, karakterler arasında öyle mükemmel geçişler yapar ki, tüm karakterlere aşina oluverirsiniz. Belki yazarın ilk romanı olmasından dolayı, diğer kitaplarına bakıldığında en klasik formatta olan eseridir. 

 Sessiz Ev, iki haftalığına babaannelerinin evine tatile giden 3 kardeşi anlatır. Her bölümün bir karakterin ağzından anlatıldığı romanda kişilik analizleri üst düzeydedir. Yazarın kendi tarzını da oturtmaya başladığı, farklılığını yavaş yavaş gösterdiği bir romandır Sessi Ev.

Beyaz Kale'de tarihi roman türüne el atar ve bu konuda da hayli başarılı olduğunu kanıtlar. Romanın konusu 17. yüzyılda İstanbul'da geçer. Bir deniz yolculuğu sırasında Osmanlı korsanları tarafından tutsak edilen bir Venedikli, İstanbul'a getirilerek köle olarak satılır. Köle, bilim ve sanat konusunda geniş bilgi sahibidir. Kölenin efendisi kendisiyle kölenin ilgi alanları arasında şaşırtıcı bir benzerlik olduğunun farkına varır. İki farklı kültürden iki bilim adamı Osmanlı İmparatorluğu'nun gerileme dönemi 
ile Batı'nın bilim ve sanatta ivme kazandığı bir zamanda karşılaşırlar. Bulundukları coğrafyada desenleri farklı olsa da bilim adamları (bir diğer deyişle soru soranlar, sorularına bilimsel yanıt arayanlar) aynı hurafelerle başa çıkmak zorundadırlar. Roman özünde iki insanın birbirleri içindeki yolculuğunu anlatır.  Beyaz Kale 1990'dan sonra başta İngilizce olmak üzere pek çok dilde yayımlanarak Pamuk'a uluslararası ününü sağlayan ilk romanı olur. The Guardian'ın kitapla ilgili şu satırları özel olarak bu kitabı genel olarak da Orhan Pamuk'un romancılığını en iyi özetleyen cümlelerdir: "Pamuk'un ustalığı, bu kadar kısa ve yalın bir romana bu kadar çok düşünceyi rahatlıkla sığdırabilmesindedir"

Kara Kitap, Türk romancılığında bir dönüm noktasıdır. Kitap Şeyh Galip'in Hüsn-ü Aşk adlı eserinin günümüze uyarlanmış halidir. Kitaptaki gazeteci Celal Salik karakteri Mevlana Celaleddin Rumi'yi; avukat Galip, Şeyh Galip'i; ve Rüya karakteri de Hüsn'ü temsil etmektedir.(Rüya aynı zamanda yazarın kızının da adıdır.)
 Olağanüstü kurgusuyla, okuyucuyu içine çeker, İstanbul ise kitabın aslında fark edilmeyen başkahramanı gibidir. Kitap okuru adeta şehrin sokaklarında bir yolculuğa çıkarır. 

Yeni Hayat romanı, Türkiye'nin o zamana dek alışık olmadığı türden bir reklâm kampanyasıyla piyasaya çıkar. "Bir gün bir kitap okudum ve hayatım değişti" diye başlayan giriş cümlesiyle kitabı daha eline almamış okurda bile bir merak duygusu uyandırmayı başarır. Kitabı okumamış olanlar bile genelde bu cümleyi bilirler. Romanda, üniversite öğrencisi bir genç kentten kente otobüs yolculuklarıyla ölümü kovalamaktadır. Kimileri romanı yere göğe koyamazken, kimileri de çok sıkıcı ve anlamsız bulurlar. Ama şu da bir gerçektir ki, Orhan Pamuk yine tüm dikkatleri kendi üzerine çekmeyi başarmıştır.
 

Benim Adım Kırmızı ,III. Murat'ın saltanat döneminde 9 gün süreyle karlı bir havada İstanbul'da geçer. Saray hattatları ve nakkaşları padişahın emriyle hazırlanan bir kitap için gizlice Frenk etkisi taşıyan resimler yaparlar. İstanbul'da pahalılık ve korku hüküm sürmekteyken bu evdeki hattatlar ve nakkaşlar kahvehanelerde toplanıp meddahların anlattığı hikâyeleri dinleyerek eğlenirler. Benim Adım Kırmızı 'nın bir özelliği de kitabın her karakterinin kendi dilinden konuşması, ölülerin ve 
cansız nesnelerin dile gelerek kitabın öyküsünü kendi bakış açılarından anlatmalarıdır. The Economist dergisi yıl sonu sayısında 2001 yılı için dünyadaki dokuz romandan biri seçer Benim Adım Kırmızı'yı.

 Kar, o zamana kadar yazdığı tüm romanlardan farklı şekilde, Türkiye'nin bugününe değinen politik bir romandır. Yazar da zaten kitaptan ‘İlk ve tek politik romanım' diye bahseder. On iki yıldır Almanya'da sürgün olan şair Ka Türkiye'ye dönüşünden dört gün sonra, bir söyleşi için Kars şehrinde bulur kendini. Ağır ağır ve hiç durmadan yağan karın altında sokak sokak, dükkân dükkân bu hüzünlü ve güzel şehri ve insanlarını tanımaya çalışır. Kars'ta ağzına kadar işsizlerle dolu çayhaneler, dışarıdan gelmiş ve kardan mahsur kalmış gezgin bir tiyatro kumpanyası, intihar
eden ve türban direnişi yapan kızlar, çeşitli siyasal gruplar, dedikodular, söylentiler arasında dolaşır. Orhan Pamuk bu kitabının post modern olduğunu ve aynada gözüken şeyleri, aynayı dürüstçe tartıştığını söylemektedir. Kitabında kendisinin Türkiye'nin hikâyelerini anlattığını belirtmektedir. ‘Orhan Pamuk'un romanlarının temelinde, insanlar arası etkileşim (insanların birbirini etkilemesi) sorunsalı yatıyor. Roman tekniği ve özellikleri romandan romana değişse de, bu büyük sorunsal hep işleyiş halinde. "Kar" bu açıdan Beyaz Kale'den sonra ikinci doruk. Romandaki görüntünün ve olay örgüsünün tüm netliğine karşılık, kişiler mutlak siyahlıkta çizgilerle değil de, genellikle romanın başkahramanı Ka'nın paltosu gibi, gri çizildikleri gibi, koyu çizilenlerin bile, bir süre sonra yakından bakılması gerektiğinde, farklı tonları çıkıyor ortaya. Ruh halleri çoğu kez ikili, bazen üçlü. Bireyler ruhsal bileşimleriyle veriliyor.'(Necmiye Alpay,Milliyet Sanat)
 Pamuk, Kar da okuru kışkırtır, hem laik kesimin hem de İslami kesimin tepkilerini çeker ve kimseye yaranamaz. Ama zaten bir aydının olması gerektiği konumda budur. Aydın insanın var oluş sebebi birilerine yaranmak değil, tabuları yıkmak, gerçekleri, düşündüklerini, inandıklarını korkusuzca gözler önüne serip tartışmaya açmaktır. Zaten Kar'da tam olarak bunu yapar, büyük tepkiler alır; kimileri romanı beğenirken kimileri yerden yere vurur, ama tüm bu karşı çıkışlara, şiddetli tepkilere ve eleştirilere rağmen Orhan Pamuk Türkiye'nin en çok okunan, kitapları en çok satan yazarlarından biridir her zaman. Tepkili okur bile içten içe bir merakla bekler yeni kitabını…

Tüm bunların ardından 2006 Nobel Edebiyat Ödülü Orhan Pamuk'a verilir. Böylece Pamuk, Nobel ödüllerinin en prestijlisi olan Edebiyat Ödülü'nü alan ilk Türk olur.
 İsveç Akademisi, '2006 Nobel Edebiyat Ödülü'nün, ‘‘kentinin melankolik ruhunun izlerini sürerken kültürlerin birbirleriyle çatışması ve örülmesi için yeni simgeler bulan Orhan Pamuk'a verildiğini'' açıklar.
 Açıklamada, Pamuk'un ‘‘roman sanatında, kimliklerle ve çift kişiliklilik motifl eriyle oynamasıyla ün kazandığı'', 'büyürken geleneksel Osmanlı tarzı aile yaşamından Batı yaşam tarzına geçişi yaşadığını' söylediği ifade edilir.
 Nobel Edebiyat Ödülü'nü veren İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi Sekreteri Horace Engdahl,  Pamuk için, "kendi ülkesinde tartışmalı bir kişilik, ama neredeyse ödülümüzü alanların hepsi böyle" der. Engdahl, Pamuk'un hem Doğu, hem de Batı kültürleriyle bağları sayesinde çağdaş romanın köklerini genişlettiği için ödüle layık görüldüğünü belirterek, "bunun anlamı şudur: Kendisinin romanı bizim, Batılıların elinden aldığı ve bizim şimdiye kadar gördüğümüz romandan tamamen başka bir şeye dönüştürdüğü söylenebilir"
 Pamuk'un ödülü kazanmasıyla, 1988'de Mısırlı yazar Necib Mahfuz'a verilmesinden bu yana Nobel Edebiyat Ödülü'nün ilk kez bir Müslüman ülkeye gitmiş olur. Can Dündar, bir röportajında kendisine kitaplarının çok satmasının bir pazarlama stratejisi olduğuna dair yapılan eleştiriler hakkında ne düşündüğünü sorduğunda:     ‘Bence bir yazarın kitabını tanıtmak için, kendini rezil etmeden bir şeyler yapmasında sakınca yok. Tehlikeli olan, "Şundan biraz daha fazla bahsedersem, üç ölçek daha fazla bundan koyarsam, kötü insanlarla kurulduğu için affedilecek ilişkilerimden bahsedersem, ailemin ne kadar mükemmel olduğundan söz edersem, din konusunda okurun duygularını okşarsam okur beni daha çok sever" diye düşünerek yazmaktır. İşin tuhafı ben bunları yapmadığım halde popüler oldum. Bu da bana her seferinde biraz daha özgürlük alanı açtı. Belki de toplumun kendi kendine söyleyemediği şeyleri söyledim. Bunlar toplumdaki düşünsel değişikliklerin önünü açar, toplumun kendi içinde bazı temel konuları konuşma kabiliyetini geliştirir. Ama yalnızca yazarın ya da yayınevinin ticari manevralarıyla her yazar pazarlanabilse en zengin yayınevinin yazarı en popüler yazar olurdu.' Der.
                                                              Özgür BENLİ